Köşe Minderi (Söylev / Nutuk)

KÖŞE MİNDERİ

Size bir hâtıramı anlatmakla söze başlayacağım. İstanbul’dan ayrılmazdan sekiz on gün evveldi, içimde garip bir arzu hâsıl olduğunu hissetmeğe başladım. Bu arzu benim için bir düğüm idi, bir muamma idi. Bunu tahlil ettikçe, hayretim gitgide artıyordu. (…) bu garip arzunun tesiri, hasreti altına düşmüştüm. Evimde bir köşe minderi istiyordum. Akşam saatlerinde evime döndüğüm vakit, terliklerimi çıkarsam, sırtımı duvara dayasam, bu köşe minderinde otursam diyordum. Bu, nasıl bir arzu idi? Düşündüm, ruhumda bir hastalık başladığına ihtimal verdim..
Evimde bir köşe minderi… Yalnızlık, sessizlik, onun üstünde ben, kendi kendime dalgın düşünüyorum. İnanınız ki, târif etmekte zorluk çektiğim bu arzu, kalbimde bir sıla hastalığı şeklini almıştı. İçime bakmaktan korku duyuyordum; bu köşe minderi arzusu ne idi?
Bir ikindi saati, Divanyolu’na doğru gezmeğe çıktım. Dalgındım, daha doğrusu hasta idim. Bir müddetten beri Darülfünun gençleriyle, Ocak arkadaşlarımla beraber ziyaret ettiğim türbeleri, camileri, İstanbul’un his ve hayal veren o tarih ve san’at köşelerini birer birer tekrar dolaşıyordum. Karşıma bir Yunan otomobili çıktı. İçinde Yunan zabitleri vardı. Önünde küçük bir Yunan bayrağı sallanıyordu; içimdeki keder, yakıcı bir zehir hâlini aldı. Divanyolu ve bir Yunan otomobili… Bu ne yaman, ne korkunç bir manzara idi…
Divanyolu, İstanbul’un üzerinden asırlarca tarih akmış olan bir caddesidir. Rumeli gazalarına giden orduların muzaffer alayları, bu caddeden dönüp İstanbul’a girerdi.
Hanımefendiler, aziz arkadaşlarım!
Divanyolu ve bir Yunan otomobili… Gözlerimin gördüğüne kalbim nasıl tahammül edebilirdi?
Süleymâniye’yi ziyaret etmeğe karar verdim. İngiliz polislerinin nöbet beklediği Bayezıt Meydanı’ndan geçdim ve yavaş yavaş, düşüne düşüne, yana yana, Süleymaniye’nin harimine vâsıl oldum. O gün, büyük mabet kimsesizdi, tenha idi. Hattâ temizlik yapmak için içindeki halıları bile çıkarmışlardı. Dışarının güneşle kamaşmış ilkbahar havasına rağmen, içerde koyu bir gölge ve derhâl his edilen bir serinlik vardı.
Bu mabet, devletimizin en büyük günlerinde kurulmuştu. Topraklarında Tuna akan, Nil akan ve Fırat akan yüzbeş, yüzon milyonluk bir halk, servet ve san’atta misli olmayan bir ihtişam o devrin kuvveti ve azameti idi.
O devletin müdafaası, yalnız, yola çıktığı vakit güneş kendisiyle beraber yürüyormuş gibi, gözler kamaştıran ordularla temin edilmemişti; onu koruyan Kafkas Dağları, Rumeli Balkanları gibi mânialar, geçilmez nehirler, nihayeti gelmez mesafeler vardı.
Süleymâniye, böyle bir devrin gururunu ifade etmek üzere yükselmişti.
Süleymaniye, aşkla dolu bir göğüsten çıkan bir ah gibi, İstanbul tepelerinin üstünde, dalga dalga kabarıp o heybeti almıştı. Süleymaniye yükseldiği zamanda, Abbasî’lerin Bağdat’ı sadece bir vilâyetti; Emevî’lerin Şam’ı, Firavun’ların Mısır’ı, birer valinin yönettiği vilâyetler, eyaletlerdi. Üç büyük dinin merkezi onun içinde idi; Yunan’dan, Bizans’a; Asurlulardan, Keldanlılardan Fenikelilere kadar kaç millet, kaç medeniyet geniş ülkeleri içinde silinip kaybolmuştu. Yirmi yirmibeş milleti hükmü altına alan bu yeni Roma; Avrupa, Asya ve Afrika üzerinde geniş ülkelere yayılmış, velvelesi dünyayı tutmuş muazzam bir kudretti… Bunları düşüne düşüne kendi başıma, yere yavaş yavaş basarak direkleri, kubbeleri, sessiz derinlikleri seyrediyordum. Gözlerim nakışlara takılıp kalıyor, kubbenin girift yazısına bakarak dalıyordum. Bu, geçmiş zamanların ne güzel bir yadigârı idi. Bilmem nasıl oldu, ben istemeksizin, haberim olmadan ağzımdan bir “Of!” sesi çıktı. Bütün mâbet birdenbire ürperdi. Sesim direklerden kemerlere, kemerlerden duvarlara çarparak yarım kubbelere ve büyük orta kubbeye yükseldi, mâbet bana cevap verdi, o da benim gibi haykırdı:
“Oo…f!.. Oo…f!..”
Şimdi ben ürpermeğe başladım; hassas mâbet benimle beraber inliyordu. Ses, bir aralık derinleşerek, uzaklaşarak, bitecekmiş zannını verdiği hâlde, yeniden büyüyor, başımın üzerine her taraftan gelen bir inilti hâlinde tekrar tekrar dökülüyordu: “Oo…f!.. Oo…f!..”
Gâliba o da benim duyduklarımı duyuyordu, o da istilâya uğrayan İstanbul’un üstünde benim düşündüklerimi düşünüyordu.
Somaki direklere, mermer kemerlere, nakışlı kubbelere sinen eski ruhlar uyanmıştı, şikâyet sesi, o derinliklerin içinde fırtınaya tutulmuş bir deniz uğultusu gibi, coşa coşa devam ediyordu. Büyük mabet, mâtemli evlâdının kederine iştirak etmiş, benimle beraber uzun uzun inliyordu; Oo…f!.. Oo…f!..
İşte o zaman, içimdeki düğüm çözüldü, köşe minderinin ne olduğunu o zaman anladım ve dışarıya çıktım.
İkindi güneşi, geniş yangın yerleri üzerinde parlayarak zavallı İstanbul’u aydınlatıyordu. Evet, anladım ben ne istiyormuşum: Aradığım şey, hudutları, nihayetsiz mesafeler içinde kaybolmuş büyük ve mahfuz bir vatanda, her tehditten uzak, emin bir payitahtta, hiçbir tehlike hissi duymayan bir evin içinde, cedlerim gibi sırtımı müsterih duvara dayayarak dalmak, düşünmek istiyormuşum. Köşe minderi, bende mahfuz bir vatan hasretinden başka bir şey değilmiş.
Hanımlar, efendiler!
Bundan sonrasını biliyorsunuz. Biz, kendi payitahtımızın içinde, haydutlar, hırsızlar gibi, bir yerden diğer yere gitmek için gece saatlerini, karanlıkları bekliyorduk. Ondan birkaç ay evvel de, İzmir’de Yunan jandarmalarının süngüleri ucunda, Yunan karakoluna gittiğim saati hatırlıyordum.. Biz, vatan toprakları üstünde, vatan hasretini tatmış kimselerdik.
Süleymâniye’yi ziyaretimden beş on gün sonra idi. Anadolu içerilerine doğru yola çıktım. Samandıra’ya yaklaşırken arabam bir noktada durdu. Bundan yararlanarak yakın bir sırtın üstüne çıktım ve İstanbul’u gözlerimle aradım. Uzakta, tâ derinlerde gökten daha koyu bir mavilik görünüyordu. Ufkun üstünde, minarelerle ürperen, kubbelerle dalgalanan masmavi bir şekil vardı. O, sesleri bana gelmeyecek kadar uzakta idi. O, renk farkları belli olmayacak kadar uzakta idi. Bu bakış, bir vedâ idi, bir son vedâ! Kendi kendime sordum: Tekrar avdet edebilecek miyim, onun sokakları içinde bir defa daha dolaşmak bana nasip olacak mı? Yoksa… yoksa… bu ayrılış, geri dönülmeyen bir yolculuğun başlangıcı olmasın? Bu ne yaman bir tâlih idi. Babam Mora’dan hicret etmişti, ben İstanbul’dan hicret ediyordum.
Üçyüzotuzbeş baharının ihtilâllerini hatırlarsınız. Anadolu’nun her tarafında vatan müdâfaasının karşısına çıkan hiyanet, kaç şekle girip son ümidi boğmak için uğraşıyor, mücadele ediyordu. Zaman oldu, Ankara etrafında ateş dalgaları, az daha bir çenber gibi dolanıp kapanacaktı. Bu esnada, bir akşam Millet Meclisinin karşısındaki bahçede otururken, sokakta bir İstanbul hanımı gördüm. Sizin üzerinizdeki çarşaflar gibi bir çarşaf giyiyordu. O da bizimle beraber fırtına, kasırga uğrağı yerlere muhaceret etmişti. İstanbul’un uğradığı felâketi, gözlerimin önünden geçen, siyah çarşafa bürünmüş bu İstanbul kadını kadar hangi şekil ifade edebilirdi?
O zaman İstanbul’u, düşman eliyle kapatılan Ocağımızı ve sizi bir defa daha düşündüm. Zaten İstanbul, odamızda, duvarda asılı duran bir levha gibi, dâima hayalimizin önünde hazır duruyordu. Günün ışığı dışımızı aydınlatıyor, gecenin karanlığı ise, içimizi aydınlatıyor. Asıl gece saatlerinde ruhun ufukları genişliyor, içimizdeki hicran yolları açılmağa başlıyor.
Fakat şimdi İstanbul’dayız ve size kavuştuk. Bu ne saâdet… Aşılmaz mesafelerin sonunda, arada yenilmez mânialar ve kendisi erişilmez bir noktaya çekilmiş duran İstanbul’dayız ve Ocağımızdayız. Bu ne saâdet… Ne yazık ki gözlerimizin hasret aradığı birçok kardeşler, uzun mücadele senelerinde şehit düştüler. Bu bayram günümüzde onları aramızda görmüyoruz. Anadolu mücadelelerinde, memleketi bu güne eriştirmek için can verenleri şimdi teessürle hatırlıyorum. Bundan kırkbeş, elli sene sonra, çiftçinin sapanı toprakları karıştırırken, İstiklâl Muharebesinde şehit düşen kahramanlarımızın kemiklerini meydana çıkaracak. Vatan topraklarının birçok köşelerinde bu kurtuluş günü için gözlerini kapayan kardeşlerimizi takdisle, minnetle bir dakika beraber düşünelim…
Hamdullah Suphi TANRIÖVER

Düşüncelerinizi Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir