Tomris Uyar
Tomris Uyar (1941-2003) İstanbul’da doğmuştur. Ortaöğrenimini Amerikan Kız Kolejinde, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde tamamlamıştır. Tomris Uyar, R. Tomris imzası ile yayımladığı çevirilerle tanınmıştır. 1971 yılında ilk hikâye kitabı “İpek ve Bakır”ı yayımlayarak edebiyat dünyasına adım atmıştır. 1980’e kadarki ilk dönem öykülerinde Sait Faik çizgisini sürdürmüştür. Bu hikâyelerinde İkinci Yeni şiirlerinden esinlenmiştir. 1981’den sonra 2002 yılına kadar yazdığı hikâyelerinde izlenimci kimliğinden uzaklaşarak yeni biçimsel arayışlara girmiştir.
“Gezegen Kızları”nda postmodern hikâyemizin ilk örneklerinden birini vermiştir. Hikâyelerinde genellikle toplumun farklı kesimlerinden insanları işlemiştir. 1975’ten itibaren tuttuğu, çeşitli adlar altında basılan günlüklerini “Gündökümü” adıyla 2003 yılında iki cilt olarak yayımlanmıştır. “Yürekte Bukağı” ve “Yaza Yolculuk” adlı hikâye kitapları ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı almıştır.
Tomris Uyar Eserleri: İpek ve Bakır, Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi, Yürekte Bukağı, Yaz Düşleri/Düş Kışları, Gecegezen Kızlar, Yaza Yolculuk, Sekizinci Günah, Otuzların Kadını, Aramızdaki Şey, Güzel Yazı Defteri (hikâye)…
Tomris Uyar’ın Akşam Alacası adlı Hikayesi Hakkında
1980 sonrasındaki sosyal ve siyasi gelişmelerden etkilenen Türk hikâyeciliğinde yeni bir dönem başlar. Pek çok hikâye yazarı, toplumsal gerçekçilikten uzaklaşarak bireyin iç dünyasına yönelir. Farklı kurgu teknikleri ile eserlerini kaleme alırlar.
1970’lerde tanınmaya başlanan Tomris Uyar 1980’den sonra yazdığı hikâyelerinde yeni anlatım teknikleri kullanır. “Kırmızı Şapkalı Kız”, “Fareli Köyün Kavalcısı” gibi dünya masallarını gündelik hayatımıza uyarlayarak çağdaş hikâyelere dönüştürdüğü “Gece Gezen Kızlar” (1983) adlı kitabı yeni anlatım tekniklerini denediği ilk eseridir. Tomris Uyar, daha önceki hikâyelerine göndermeler yaptığı “Yaza Yolculuk” (1986) adlı eserinde yeni anlatım olanakları arayışını sürdürür. “Aramızdaki Şey” (1997) adlı kitabında, gündelik hayatın içinde farkına varamadığımız bazı olay ve durumları yine kendine has üslubuyla hikâyeleştirir. Okuduğunuz metinde, hikâyesine bir kahraman arayan bir yazarın üvey babası ile yaşayan bir çocukla karşılaşması anlatılmaktadır.
Tomris Uyar, “Akşam Alacası” adlı hikâyede, metinler arasılık tekniğini kullanmıştır. Bu anlatım tekniğinde, bir yazar başka bir yazarın metninden bazı parçaları kendi metninin bağlamında kullanabilir. Bunun yanı sıra bir metne gönderme yapabilir veya onu içerik ya da biçim düzeyinde taklit ederek yeni bir metne dönüştürebilir. Metinler arasılık tek başına kullanılan bir anlatım tekniği değildir; montaj, alıntı, parodi, pastiş, ironi gibi tekniklerle birlikte ortaya çıkar.
Bir edebî metinde başka bir metnin, bir sözün ya da yazının “kalıp hâlinde” belirli bir amaçla kullanılmasına “montaj tekniği” denir. Başka bir metne ait bir kesitin yeni bir metne sokularak ona yeni bir anlam yüklenmesine ise “alıntı” denir. Metinler arasılık tekniğinin en belirli biçimlerinden biri olan “alıntı”, “montaj tekniği”ne yakın bir tekniktir. Tomris Uyar, okuduğunuz hikâyesinde çocuğun duygularını bir şairin (Edip Cansever) şiirinden alıntı yaparak anlatmıştır.
Pastiş; bir sanatçıya ya da edebî türe özgü üslup ögelerini, dil ve anlatımı taklit ederek ve önceki biçimden hareketle ederek onu anımsatan, çağrıştıran yeni bir eser oluşturmaktır. Parodi ise belli bir metnin konusundan hareketle yeni bir metin yazmaktır. İroni, söylenmek istenilen şeyin tersini söyleyerek eleştirmektir. Bazı yazarlar metinlerinde doğrudan eleştiri yapmak yerine ironi ile dolaylı eleştiri yapmayı tercih ederler. Saçma gelen şeyleri normalmiş gibi anlatarak bunun tersini düşünmemizi amaçlarlar.
AKŞAM ALACASI ÖYKÜSÜ
Çocuğa rastladığında akşam çöküyordu. Sabahı değişken bir günün -erken saatlerde bulutlu, çisentili, kuşluk vaktine doğru cılız bir güneşle kararsız bir aydınlık ama hep yapışkan, boğucu geçmiş bir günün- bu bocalamalardan yorgun düşmüş akşamı… Gökteki kızıllık, ertesi günün de böyle geçeceğinin ipucuydu, kim bilir daha kaç günün…
Çocukluğundan beri havadan etkilenirdi: lodosta eklemlerine yürüyen, başında karar kılan sarı bir sersemlik, poyrazda bir canlanma, savrulan perdelerin içeri saldığı rüzgârla kamçılanma tutkusu.
Erken saatlerde bulutlu, çisentili:
Geçmişin yükünden kurtulma işlemine o saatlerde girişmiş ne yazık ki çabasına değmemişti, fazla bir şey birikmemişti ki: hava gazı, telefon, su, elektrik faturaları, günleri dolduğunda atılmıştı, zaten atıl- masalar da pek yer tutmayacaktı.
Kuşluk vaktine doğru cılız bir güneşle kararsız bir aydınlık:
Birkaç gün önce, gözden çıkardığı, bir daha okumayacağına karar verdiği kitapları karton bir kutu- ya yerleştirmişti… De acaba? Çünkü kişi, bu eleme telaşında bazan belki bir daha okumayacağı ama geçmişin vazgeçilmez bir parçası saydığı kitapları sonradan bulamayınca kendine içerlerdi, biliyordu. Bir daha nesnel bir bakışla göz atmalıydı onlara: Tamam, kararı kesin… O aydınlıkta taşınılmaz bir yük gibi görünüyor. Ama her nedense ikindiyi onlardan birini okumakla geçirmişti: herhâlde veda anlamında.
Yapışkan, boğucu geçmişin günün bocalamalarından yorgun düşmüş akşamı: Çocuğa rasladığında işte o akşam çöküyordu.
***
Yedi sekiz yaşlarında, çırpı bacaklı, kızıl saçlı, belki çilli bir oğlandı. Yüzü görünmüyordu ki iki sitenin
arasında -bir bölümü otoparka ayrılmış bahçedeki sırada- sırtı herkese dönük oturuyordu. Ailelerinin “sevimli afacanlar” dediği öbür çocukları tanımadığı, tanısa da onların eninde sonunda itişmeyle sonuç- lanacak -şimdilik yalnızca sevinç böğürtüleriyle dolu- oyunlarına katılmayacağı açıktı. Yukarıdan bakan, bilgiç bir havası yoktu ama hiçbir yarışmada yer almak istemediği belliydi. Bedenine bol gelen şortunun üstüne giydirilmiş tişörtündeki yazı da okunamıyordu bir ihtiyarınki kadar çökük omuzlarının arasında kırıştığından. (…) Tişört, şort kadar çarpıcıydı da çocuğa yakışmıyordu, bir iğretilik.
Acaba sitem dolu bu dışlama -çünkü yalnızca uzaklara, belirsiz bir noktaya, ağaçların kıpırtısız dal- larına dikmişti gözlerini- sporsever bir ailenin oğlu olmasından mı kaynaklanıyordu?
Ortaya bir soru atmak şarttı:
— Sence yarın da hava böyle mi olacak? Baksana, gökteki kızıllık sürüyor.
Çocuk, soruyu üstüne almakta gecikmedi, döndü. Evet, çilliydi. Sonra bir yabancıya yüz verdiğini
düşünerek ekledi:
— Kim bilir, belki…
— Sen yeni mi taşındın buraya (Taşındınız dememeye özen gösterdi.)? — Evet.
— Ben de öyle.
— Ama ben seni daha önce hiç görmedim.
— Ona bakarsan ben de seni görmedim.
— Ben bahçeye sık çıkmam. Niyazi Abi’nin oğluyla ilgilenmem gerekiyor. Kardeşimle.
— Senin babana herkes “Niyazi Abi” mi der?
Çocuk kahkahasını tutamadı:
— Nereden çıkardın? Niyazi Abi başka, babam başka…
(…)
O anda gözü, çocuğun bağcıkları çözük spor pabuçlarına takıldı.
— Pabuçlarını bağlamana yardım etmemi istemezsin herhâlde…
— Hayır. Kendim öğrenmeliymişim.
— Bak, bu akşamlık ben bağlayayım. Ama düğüm sen bağlamışsın gibi biraz beceriksizce olsun.
Yarın akşam birlikte deneriz, öğrenirsin.
— Yarın akşam gelebilirim çünkü Niyazi Abi’nin oğlu annesine gidiyor. — Yarın akşam, aynı saatte burada. Söz mü?
— Söz. Bak ben şu karşıki pencerede oturuyorum.
***
(…)
Sözgelimi eleme işlemine neden faturalardan başlamıştı? Fotoğraflarla, mektuplarla yüzleşmekten korktuğundan mı? Yoksa geçenlerde başladığı karmaşık öykü kafasında yeterince biçimlenmediğinden mi? İkisi de olabilir. Yeter ki düşünsün, yanlış-doğru bir sonuca varsın. Nasılsa kitapları, bu didişmenin dışındaydı: hangilerinin hangi sevdiklerinin işine yarayacağını titizlikle kararlaştırmıştı. Yarın artan kitap- lar alındığında o kutu da boşalacaktı.
Çalışma masasının başına geçti, genişleyen boşlukta yeni öykünün ilk tümcesini yazdı:
Çocuğa rasladığında akşam çöküyordu.
Sahi o çocuk, yağmuru sever miydi? Birdenbire, yağmur bu hızla sürerse onu yarın göremeyeceği
geldi aklına. Çocukla neden bu kadar ilgileniyordu? Neden eve döner dönmez kırmızı sarmallar çizerek ilerlemesini istediği eski öyküyü hemen daktilodan çıkartmış, beyaz bir kâğıda bu tümceyi yazmıştı? Eleme işlemine faturalardan başlaması, somut bir odakta düğümlenmek anlamına da gelebilirdi. Her çocuğu sevmek gibi bir huyu yoktu. Başkişileri çocuk olan öykülerin okuru tavlayıcı, ucuz bir özelliği olduğunu da bildiğine göre… Yani neden? Yaşamın içindeki bir boşluğu doldurma adına mı?
Turşu suyu içmeyi özlemiş bir ülserli gibi ertesi akşamı bekledi, yağmur dinince sevindi. ***
Çocuk aynı sırada oturuyordu, dünkü bocalamalarından vazgeçmeyen gök aynı kızıllıklaydı, çocu- ğun üstünde de dünkü tişörtle şort, ayağında bağcıkları çözük aynı pabuçlar.
— Şimdi bak, sağ elinle sağ bağcığı soldakinin içinden geçireceksin canım, iki yana hafifçe gerecek- sin, ilmekleri bol tutacaksın, yoksa bağlar kenetlenir.
— Ama ben solağım.
— Dur bir dakika öyleyse. Dikkat etmemişim, tüh!
Elleri izlemek için çocuğa sokuldu:
— Haydi bakalım.
Küçük eller, oldukça uğraştıktan sonra acemi bir düğüm attı.
— Olmadı değil mi, dedi çocuk ayaklarını inceleyerek.
— Fena sayılmaz da tam olmadı.
Bunu söylerken çocuklara neden bağcıklı pabuçlar alındığını düşündü. Pabuç bağlamak, ille de be-
lirli bir yaşta edinilecek bir beceri değildi ki.
Çocuğun koluna sımsıcak dokunuşuyla toparlandı:
— Üzülme, evde dener, öğrenirim.
— Ona üzülmüyorum. Sen bunları bırak da biraz babandan söz et bana.
— Onu görmedim. Annem, kaptanmış diyor. Açık denizlerde dolaştığından bize uğrayamıyormuş.
Bence iyi yürekli bir hayduttur, bir korsandır ya da bir balina avcısıdır. Ama Niyazi Abi’yi anlatabilirim istersen.
— Anlat hemen çünkü meraktan çat diye çatlayacağım.
— Sahiden mi?
Çocuğun yüzündeki kaygıyı görünce güldü, onu kollarına aldı. Cılız, küçük bedene sımsıkı sarıldı. — Sahiden olur mu hiç, dedi gözleri dolarak. Öyle bir deyim vardır. Laf olsun diye söyledim.
— Hiç de güzel bir laf değil!.. Niyazi Abi tam bir sporseverdir. Beni de sporcu yapmak istiyor ama çok
zayıfmışım. O yüzden akşamları tabağımdaki yemekleri bitirene kadar başımda durur. — Peki, annen istiyor mu sporcu olmanı?
— Bilmem… Bir şey söylemiyor. Pek konuşmaz o.
— Bugünlük bu kadar yeter.
Bu sözü kendine mi, çocuğa mı söylediğini kestiremedi.
Oysa çocuk susmamakta kararlıydı:
— İyi ki Niyazi Abi’nin oğlu bana benzemiyor. İri yarı, iştahlı bir çocuk. Yemeğini çabuk bitirdiği için
sofrada uzun kalmıyor. Sana yarın onu da anlatırım, sakın meraktan çatlama (Bir gülücük.)! — Yağmur yağmazsa tabii.
— Yağmaz baksana, gökteki kızıllık azaldı.
Çocuğun gülümseyişine katıldı:
— Her duyduğunu aklında tutuyorsun anlaşılan. ***
Evinde gece yağmurunun kokusundan ve mırıltısından yoksun kalınca da öykünün ikinci paragrafını yazmakta zorlanmadı. Sonra dünkü kuşluk saatlerini yeniden yaşamak isteğiyle fotoğraflarla mektupları elemeye girişti. Fotoğraflarla başedemedi: profesyonellik becerisine göre mi, taşıdıkları anı birikimine göre mi değerlendireceklerdi? Hepsini geçmişin bellek arşivine kaldırmak daha akıllıcaydı. Bu arada onlara bakarak çocuğa bir ad yakıştırma umudu da iyice sönmüştü. Ölmüş bir şair dostunun önerisine uymaya karar verdi:
Duvarlara fotoğraf filan asma
Ve konsol ve ayna çerçevelerine Hele aile resimleri hiç mi hiç
Baktıkça renksizliğe dönüşüveriyor
Olmayan bu zaman parçalan-sen ne dersen de.
Öykünün ilerlemesi çocuğa -yazıda kullanmasa bile- bir ad bulmasına bağlıydı. Hemen mektuplara
geçti. “Renksizlik” ve “olmayan zaman parçaları” aklını kurcalasa da ona dostça tınlayacak bir ad bulmaya çalıştı. Kendisini sonradan suçlayan bir zamanki has dostlarının, kendisine sonradan saygı duyan bir zamanki has düşmanlarının mektupları dışında hepsini yırtıp çöpe attı. Ne garip ki eğilimler ortaktı. Sevenleri onu “sahip olunamayacak” yapı özelliğinden ötürü suçluyor -oysa eski mektuplardan anlaşıldığına göre başlangıçta bu özelliğini çekici bulmuşlardı- düşmanlarıysa -sözcüğü yumuşatırsak- karşıt- larıysa toksözlülüğünü dikbaşlılığa vardırmasını kınıyorlardı. Bu eleştiriler kendisinin kestiremediği an- larda yapıldığına göre olmayan bir zamanın parçalarıydılar, sevgiye/öfkeye dayansalar da renksizdiler.
***
Yapışkan, boğucu günün üzücü akşamı inerken çocukla buluşmadan önce tek kırmızı giysisini geçirdi üstüne. Bakkala gidip ona renk renk cikletler, şekerler aldı. Yoo, veda anlamında değil, onun da zamanla renksiz bir zaman parçasına dönüşmesinden ürktüğünden.
Çocuk daha erken gelmişti. Biraz hüzünlü görünüyordu.
— Geç kaldın, dedi sitemle.
— Sana cikletle şeker almaya gittim.
— Bana şekerle ciklet belli günlerde alınır. Hak ettiğimde.
— Belki bugün hak etmişsindir. Dün gece kendi kendime bir oyun kurmaya çalışıyordum, bana yar-
dım ettin, bir şeyler uydurdum… Sen de uydurur musun ara sıra?
— Belki uydururum da yalan söylemem.
— Peki, buluştuğumuzu evdekilere söyledin mi?
— Söylemedim ama Niyazi Abi bizi zaten görmüş uzaktan. Yabancılarla konuşmamam gerekiyor-
muş, onlardan armağan almam da yasak. Ama bu şekerlerle cikletleri Niyazi Abi’nin oğluna verebilirim. Harçlığımla aldım derim. Yarın dönüyor.
— Biliyor musun, dedi kucağına hafifçe yayılan çocuğun saçlarını okşayarak. O anda her şeyi doğruluğa kavuşturacak hınzır bir yalan şarttı:
— Ben kardeşine bir ad uydurdum dün geceki oyunum sırasında.
— Ama ben daha onu sana anlatmadım ki…
— Önemli değil. Zaten çocukken kendime de bir ad uydurmuştum.
— Giysin çok güzel, dedi çocuk konuyu kapatmak istercesine. Kıpkırmızı. Hem sen bana daha hiçbir şey anlatmadın. Adını bile bilmiyorum.
— Kardeşine uydurduğum adı merak etmiyorsun galiba.
— Meraktan çatlamıyorum. İstersen söyle.
Gözü yine uzaklarda, hışırdamayan yapraklardaydı.
Yine bocalamalardan yorgun düşmüş bir akşam, olanca kızıllığıyla. — Yunus… Nasıl sence?
— Olamaz ki ama o benim adım.