Günlük (Günce)

Günlük (günce); kişilerin yaşadıkları olayları, olaylarla ilgili duygu, düşünce ve izlenimlerini, hayallerini günü gününe tarih belirterek yazdıkları yazı türüdür. Günlük türünün divan edebiyatındaki karşılığı ruznamedir. Öğretici metinler içinde yer alan günlükler; yazarın iç dünyasını, yaşadıklarını, tanık olduğu olayları
yansıtır. Bilim, sanat ve siyaset alanındaki tanınmış kişilerin günlükleri tarihî olayların aydınlatılmasına yardımcı olur. Günlükler, genellikle yazarın kendisiyle dertleşme amacıyla yazdığı yazılardır. Günlüklerin çoğu yayımlanmaz ancak yayımlatmak için günlük yazan sanatçılar olduğu gibi yazarın ölümünden sonra yakınlarınca yayımlanan günlükler de vardır.
Günlükler birinci kişi ağzından yazılır. Günlükte konuşma diline yakın bir dil kullanılır, kısa ve özlü ifadelere yer verilir. Genellikle öznel bir anlatım söz konusudur. Türk edebiyatında günlük türünün ilk örnekleri ruznamelerdir. Ayrıca vakayiname, seyahatname, sefaretname gibi eserlerde günlük türüne özgü özelliklere rastlanmaktadır. Türk edebiyatında günlük türünün Batılı anlamdaki ilk örnekleri Tanzimat’la birlikte görülmeye başlanmıştır. Direktör Ali Bey’in görev amaçlı seyahatlerinde tuttuğu notlardan oluşan Seyahat Jurnali türün Batılı anlamdaki ilk örneğidir. Bunu şair Nigâr Hanım’ın Hayatımın Hikâyesi adlı eseri takip etmiştir.
Cumhuriyet Dönemi’nde Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay, Salâh Birsel, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Cemal Süreya, Oktay Akbal, Tomris Uyar, Cahit Zarifoğlu günlük türünde eser yazmıştır. Günlük şeklinde düzenlenen roman, hikâye ve şiirler de vardır. Andrè Gide’in Kalpazanlar adlı romanı, Ayfer Tunç’un Suzan Defter adlı hikâyesi, Nazım Hikmet’in Saat 21-22 Şiirleri adlı eseri günlük şeklinde düzenlenmiştir.
Günce İle İlgili Kısaca Özet Bilgi
Bir güne sığan izlenimlerin, duygu ve düşüncele­rin, tarih belirtilerek, günü gününe anlatıldığı yazı­lardır. Günlükler, insanların bir yönüyle kendileriyle he­saplaşması, söyleşmesidir. Bu yüzden “iç konuşma” tekniğinden yararlanılır. İçtenlikN dili, doğal anlatımı günlüğün önemli özelliklerindendir. Kimi günlükler içe dönük, kimileri dışa dönüktür. Dolayısıyla kimilerinde kişisel duygu ve düşünceler, duyarlılıklar; kimilerinde ise olay ve durumlar öne çıkar. Bunlar, yazarca yorumlanır.
Divan edebiyatında ki “vakayiname” ve Tanzimat sonrası edebiyatta “ruzname” günlüğün karşılığı sayılabilir. Kimi öykü ve romanlarda günlük, bir anlatım yöntemi olarak kullanılmıştır.
Anı ile günlük arasındaki fark; anılardaki yaşananların sonradan bellekte kalan biçimiyle, günlükte de ise günü gününe ve sıcağı sıcağına yazılmasıdır. Anı geçmişe, günlük ise şimdiye ve geleceğe dönüktür.

Günlük Örneği

1 Haziran
Gerçek bir ay başlangıcı. Yazın geldiği ortada. Hava sıcak ama boğucu değil. Bozkır, yazın geldiğinin farkında. Ankara’da yaz başlangıcı böyle mattır; kaldırımlardan, topraktan fışkırmaz sıcak. Yayılır, havada durur, renkleri parlaklaştırır. Güneş, uzun süre yerine çakılı kalır. Selçuk Baran’ın Baraj’daki evine çağrılıydık. Ayhan’ın elinden çıkma bir ev. Bir kadının arayabileceği bütün incelikler düşünülmüş. Bulaşığı, yemek yapmayı kolaylaştıracak yığınla ayrıntı. Geniş bir çayır var evin önünde. İğdelerin, ezik papatyaların kokusu çayırı ve evi tutuyor. Bir iki gelincik bile serpilmiş en kırmızısından. Küçük tahta bir köprüyü aşıp toprak yola varıyorsunuz. Dere kıyısında salata, marul yetiştiriyorlar. Noel ağaçlarını andıran kocaman, yeşil şeyler. Bir kulübede de tavşanlar var. Selçuk’la attık kendimizi çayıra… Küçücük bir alanda ne çok, ne çeşitli otlar, dikenler, daha bilmem neler var! Birbirlerinden birbirlerini besliyorlar.
İneklerin, kuzuların sesi, çok uzaktan geliyor oysa burnumuzun dibindeler. Yemeğimizi yarı karanlıkta yedik, bulaşığı karanlıkta yıkadık, çöpü karanlıkta dereye döktük. Zaten en ufak bir ışık olsa, korkacaktık. Selçuk, coğrafya kitaplarının deyimiyle, ‘rejimi düzenli’ bir ırmaktır. Ama Anadolu’da olduğundan, taşmaya hazırdır hep. İstemese de. Topladığımız iğdeleri geniş çanaklara yerleştirdik. Bütün gece ev iğde koktu.
26 Aralık
Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane. Hava yağmurlu, pis. Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış. Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı. İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanmayacağımı da. Üç-beş kitap alıp eve döndüm. (…)
14 Haziran
Hacer hanım geldi ansızın. Öldü sanıyordum; hiç bu kadar açmamıştı arayı. Geçen yaz son geldiğinde, hastaydı zaten: çarpıntı, damar sertliği, gerginlik. Hacer hanımın hayatı “anlatılsa, roman olur.” Birkaç hikâyeme konuk sanatçı olarak katıldı. Şöyle diyeyim Katherine Mansfield’in ağzından: Geçmişini düşünüp ağlayacak vakti yoktur onun. İyi ki. Çünkü baştan başlasa, bir kerecik ağlasa, bir daha sonu gelmez gözyaşlarının. “Dünyada rahatça bu kadar gözyaşı dökebileceği bir yer de yoktur üstelik.” Sevincimden, elim ayağım birbirine dolandı. “Puf böreği yap,” dedim, “istersen dolma, canın ne istiyorsa.” Yoksa biliyorum, alacak eline süpürgeyi ya da camları silmeye kalkışacak. Hiçbir iş yapmazsa da, benim para vermem güçleşecek.
“Sen beni idare ediyorsun kızım, anlamıyor muyum sanıyorsun?” demişti bir keresinde. Puf böreğine düşkün olmadığımı biliyor aksi gibi. Ailemdeki birçok insandan çok daha büyük hakkı var üstümde. Doğduğumdan bu yana hiç ayrılmadık birbirimizden. Yetmiş sekiz yaşında. Söz verdim, onu ben gömeceğim, ele güne-yani çocuklarına-kalmayacak bu zor iş. Hele köye bir gitsin gelsin, ayrıntılı konuşacağız. Öldüğünü bana nasıl haber vereceğini(!) Çünkü çocukları haber vermezler, ikimiz de biliyoruz. Bu kışı da geçirdi ya, güzelim benim! Bir yıl daha çalışır; ağlayamaz.
16 Haziran
Dolmabahçe’deki Lunapark açılmış. Bitişiğinde de bir sirk var. Öyle iyi ayarlamışlar ki, sirkten çıkanlar Lunapark’tan geçmek zorundalar. Lunapark’ta akla gelen her türlü oyuncağa bindik. Yüreğimin ağzıma gelmesini seviyorum galiba. Yalnız kötü-ayık olduğumdan, savrulan iskemlelere binmedim, oysa en keyiflisi onlar. Yapraklarıyla koca ağaçlar bir çırpıda geçiveriyor ayaklarınızın altından. Dünya da sizinle ötelere savruluyor. Baktım da, oğlum hiçbir şeyin tadını çıkaramıyor yeterince. Yaşama açlığı, gördüğüm bütün çocuklarda “had safhada”. Hayvanat Bahçesi’ne mi gittiniz, önünüze ilk fok mu çıktı, çocuk mutlaka ta ötedeki kuşlara göz dikecektir. Kuşlara gelince, gözü arkadaki fokta kalmıştır. “Bundan sonra nereye gideceğiz?” ya da biraz büyüdükten sonra “Bundan sonra ne yapacağız? Yarın arkadaşımın doğum günü var, iyi ama ya öbür gün?” “Bu kitap bitince hangisini okuyacağız?” soruları bitmiyor. Yaşadığı anı bilerek, tadına vararak yaşayan bir çocuk ya da bir genç göremiyorum ortalıkta. Acaba bu duygu bir güvensizlik, yarına, bir an sonraya güvenememe duygusundan mı çıkıyor, yoksa o anı, o yarını, o kitabı hep elde-bir sayma doygunluğundan mı? İşin içinden çıkamadım.
Küçük Turgut’la Karlar Kraliçesi’ni okuyoruz. Çocuğuyla başka türlü bakıyor insan kitaplara, daha iyi öğreniyor. Samed Behrengi’nin “hep aynı şeyi söylediğini” oğlumdan öğrendim; okuyunca haklı buldum. Küçük Kara Balık dışında hep bir şema, bir çeşit “yaşama tahriri” yazıyor. Çapraz bulmaca. Yaz ortasında konumuz: Karlar Kraliçesi ve Buz Sarayı.
26 Ağustos
Bir buluşma bu: Mermer Plajı’nın süt beyaz kumlarının az ötesinde duruyordu. Bir kamyon. Adı: … Lâstiği söndüğünden, yana kaykılmış. Zaten öbür lâstikleri de eksik, çalınmış. Döşemeleri sökülmüş. Farları alınmış. Yalnızca çatısıyla ve üstünü örten yapraklarla ayakta duruyor. Kimsenin uğramadığı sapa bir kıyıda. Gençliğinde, tepedeki ocaklardan kıyıya mermer taşıyormuş. Kimbilir o kıpkırmızı, alımlı gençliğinde kaç sürücünün köylülere çalım satmasını sağlamıştır? Geçen yıl, emekli olmuş. Gelecek yıla tek parçası kalmayacak bu gidişle. Yılkıya bırakılmış bir at gibi başkalarının düşlerinde koşacak, köpükler içinde durmadan koşacak.
(…)
Tomris Uyar, Gündökümü

Düşüncelerinizi Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir